Depremden sonra seçtiğim üç konu:
Sorunu sadece mülkiyet sorunu üzerinden gören klasik/beton marksistler.
Hukuk ve bürokraside liyakatin önemli olduğunu bilmeden Devleti üstün olduğunu büyüklenmeci tavırla değerlendiren aşırı sağcı zihniyet.
Türkiye’nin jeolojik yapısı-coğrafi şartlarını bilmeyenler bağlamında Celal Şengör’ün haklı ancak bazı eksikliklerinin görüldüğü önermesi: Coğrafya ders saatinin artırılması hakkında.
Kültür-Doğa bağlamında iki temel düzeneğin gerekliliği anlaşılmalıdır. İlkin mevcut olan yapının olduğu gibi bilinmesi, ikincisi mevcut yapının çarpıklıklarının düzeltilmesi için olması gereken teorik-pratik birliğidir. Devletin temel düzeneği, yargının bağımsızlığı ve bürokrasinin yönetimsel işleyişi ile gerçekleşir. Devlet ile toplum arasındaki ilişkinin devamlılığı, her bir bireyin kamusal mekanın düzeneğinde ve toplumsal ilişkiler ağlarında pratik maddi ürünlerin edimini, yargı mekanizmasına bağlıdır. Özel hayatında ve kendi alanında her bir birey, deneyimlerini toplumsal ilişkilerin farklı bağlantılarında sürdürmesini, Devletin sağladığı güven ve huzuru beklediğinden, yönetimsel organizma olan bürokrasinin işlemesi zorunludur. İnsan temel olarak, kamusal mekanın her bir alanındaki konu-ölçeklerine göre nerede olursa olsun mutlaka güven ve huzur ortamının kurulmasını talep eder. Güvenliği ve hizmet sağlayan kurumların yozlaşmasını önlemek için işleyişi sağlayabilen bürokrasi ve denetimi kurabilen yargının bağımsızlığı unsuru gereklidir.
Hukuk ve Bürokraside yer alan sorumluların, toplumsal ve mekânsal yapıdaki çarpıklıkların tespitine yönelmeleri gereklidir. Unutmamak gereklidir, depremde yıkılan binaların altında kalıp hayatını kaybedenler, evsiz kalanların düştüğü durum, liyakatsiz olan hukuk ve bürokrasinin onayıyla bu hâle gelmiştir. Hukuk ve Bürokrasi de yer alan kişiler, doğa biliminden bihaber olmamalı. Bu kişiler, doğa biliminden anlasa bile pozitivist düşünceden bakmamalıdırlar. Mutlaka, doğa-sosyal bilimler sentezi göz önüne alınmalıdır.
İdeolojik bağlamda, aşırı sol ve sağ kesimlerin savundukları ideallerinin dünyaya uyumsuz taraflarını tartışmak gereklidir. İlkin devlete tapan kesimden başlayacağım. Aşırı sağcı ideolojiden olan devlet savunucuların ortak özelliği, Devletin temelini oluşturan hukuk ve bürokrasinin varlığını soyutlamalarıdır. Söz konusu, deprem sonucunda ortaya çıkan olayları takiben, aşırı sağ kesimden gelenler, iktidara yönelik eleştiri sunan kişilere karşı olarak onların aslında Devletin hatası ve eksikliğini sunduklarını belirtmişlerdir, bu bir akıl tutulmasıdır. Devlet ve İktidar arasındaki ayrımı bilmediklerinden dolayı, iktidara eleştiri yapanları kötülemektedirler.
Hukuk ve Bürokrasinin yönetilmesini sağlayan mevcut iktidardır. Devlet İktidar değildir! Devletin işleyişi, kurumlarının varlığı ile ortaya çıkmasına paralel olarak her bir bireyin kendi durumunda, kamusal mekânda toplumsal ilişkilerin sürdürmesi ile çalışır. Hukuk-Bürokrasi-Sivil Toplum üçlemesi organik bir bağdır. Devletin varlığı, bürokrasinin etkinliğiyle kurumsal yönetim düzeneğin işlemesini sağlar. Bürokrasi işleyişinin sürdürülmesi ise sivil toplumun bilinçli aşamasına bağlı olarak gelişir; yargı mekanizması, yasanın yönergelerinin bağlayıcı önemini bürokrasiyi ve sivil toplum-kamusal mekânı denetleyerek bütünlüğü meydana getirir. İktidar kendi ideolojik yönergesi ile asla Devletin yerine geçemez, iktidar kurumların çalışmasını düzenler ve yönetir. Güvenlik, Bağlantı ve Kurulum ihtiyacını sağlayan Devletin halkına, halkın Devlet ile ilişkisinin varlığı, geçici olan mevcut iktidar ile kazanılamaz, devlet ile toplum arasındaki bağlantının kurulumu Bürokrasi ve Hukuk ile kazanılır. Aşırı sağcı Devlete tapmaya yönelik ideolojik yönergeye sahip olan kişiler, aslında Devletin varlığının önemini değil, kendi ideolojilerinin kazanımlarının beklentisi içerisine girerler. Bu minvale uygun olarak kendilerinin ideolojileri ile özdeş olan iktidarın, meşru hükümlerinde atadığı kişilerin bağlayıcılığı üzerinden karşı söylem geliştirirler. Devleti yüceltme başlığı altında baktıklarından dolayı, iktidar eleştirisi yapanlara yönelik karşı söylemleri, tehdit etme ve iftira atma üzerinden gerçekleşir. Söz konusu onlara göre, mevcut iktidara yönelik eleştiri yapan kişiler, Devlete hakaret etmektedirler. Bu durumda ciddi bir paradoks içinde kaldıklarını anlayamadıkları gibi, kutuplaştırıcı bir söylem geliştirerek büyüklenmeci bir tutumla akıllara zarar bir karşı söylem geliştirirler.
Türkiye ölçeğinde, devlete tapan bazı muhafazakar kesim, durumun teleolojik-politik boyutu bakımından çok ciddi bir sorunu öne çıkarmaktadırlar. Yaşanılan deprem sonucunda, siyaset bilimini kapsayan iktidar ve devlet ayrımını bilmedikleri gibi aynı zamanda, Allah’ın yarattığı doğa yasası karşısında akıl etme eylemini ve edimini de askıya almaktadırlar.
Kültür kelimesi Ümran ile anlaşılır, kelimenin kökeninde siyaset ve akıl yatmaktadır, Arapçada siyaset kelimesinin etimolojik kökeni hayvanın seyis edilmesi anlamına gelir, akıl hayvanın kaçmaması için kurulan toprağa çakılan bir iple bağlanmış sopadır. Politika ve Nous kelimeleri, batı kültüründe politeia ve nomos kökünden gelir, politeia polis’in(şehir) yönetimi, nomos(yasa/kanun) bilinmesi ve uygulanması için nous’un işleyişidir. Politik-Teleolojik bağlamda Muhammet Peygambere gelen Oku emri, boşuna olmadığı gibi vahiy ‘‘İkra’’ diye başladı. Fiilin asıl anlamı bütün ve birleştirme anlamıyla özdeşleşmektedir. Politika, politikē (teχnē πολιτική) (devlet yönetme sanatı) ve Arapça sws kökünden gelen Seyis (At Bakıcısı) kelimesi ile özdeşleşir. Kariye ve İkra, (kr kökünden Kariye ortaya çıkar) kelimeleri birbirlerine bağlantılıdır, şehre Kariye denilir. Bundan dolayı kentin bağlayıcı rolü, kendi içinde işleyişin sağlanması için üretilen maddi ve manevi değerlerin yönetilmesini kapsamaktadır.
Devlet savunusu yapan fakat, Devletin önemini kendi ideolojilerinin hatlarında değerlendiren ve sıkıştıran aşırı sağ zihniyet, Allah’ın verdiği aklın öneminin karşısına tevekkül eylemeden yaşanılan doğa felaketinin ortaya çıkardığı kayıplara karşılık ‘‘Kader’’ damgasını vuruyor. Oysa, Tevekkül Allah’ın yarattığı mekânın fiziki koşullarının anlaşıldıktan sonra, beşeri yapıların sağlamlığından (üstüne alma ‘‘vekl’’ sözcüğünden gelir) sonra kişinin sorumluluğunu üstüne alması ve Allah’a güvenmesidir. Dolasıyla, yaşanılan fiziki coğrafyanın belirli bir yasası vardır. Eğer bu yasaya aykırı mekânsal küme/birikim kurarsanız, doğal afetler sizi vurduğunda bu bizim kaderimiz derseniz tembelliği meşrulaştırmış olursunuz. “De ki: (Yapacağınızı) yapın! Amelinizi Allah da resulü de, müminler de görecektir. Sonra görüleni ve görülmeyeni bilen Allah’a döndürüleceksiniz de O size yapmakta olduklarınızı haber verecektir.” (Tevbe suresi, 9:105)
Bunun yanında, etrafta yayılmış olan Coğrafya kaderdir sözünü kabul etmek aslında tehlikeli bir ideolojinin yerleşik olmasına neden olur. Oysa Kültürü, doğanın durumuna uygun biçimde düzenleyerek deprem ülkesinde yaşadığımızın bilincine varmalıyız. Coğrafyanın yasası ile kaderi ayrı şeyler. Kader deyip geçmek cahilliğe sebep olduğu gibi, mevcut yapının değişken yönlerine odaklanılmasının da önünü kapatır.
Aşırı sağcılar, Politik-Sosyal ile Politik-Teleolojik bağlamda Devlet ve İktidar ayrımlarını bilmedikleri gibi, İslam dinine aykırı olabilecek hareketleri de devam ettirmektedirler. Aşırı sağcı Devlete tapan kişiler Devleti araç haline getirmiş kesimdir, kendi ideolojilerinin Hegemonik yayılımı için Devletin bürokratik ve hukuki varlığını yozlaştırmaktadırlar. Bu durumda, onlar gerek Bilimsel gerekse de Dinsel açıdan bilgi-inanç ilişkisini göz önüne almadan Coğrafyanın bilincine varamayan kişilerdir. İnsanın huzuru inançtır, inancın temeli bilmekten gelir. Bilim sayesinde olgunun nedensellik dizisindeki ilişkilerin, birbirine bağlanmış yasasının anlaşılması Allah’ın varlığını hissetmektir. İnanmak, yaratılmış olan olguların düzeyinde insanın bilebilmesinin inançla kurulduğu, inancın bilebilmenin huzuru ile sağlamlaşmasıdır. Erdem, bilmenin ve inanmanın ardışıklığı ile örülmüş bütün-parça ilişkisinin kazanıldığı bir yapıdır.
Toplumsal sorunları umursamayan devlet gücüne tapanların, anlamak zorunda olmaları gereken husus, mevcut iktidarın, devletin kurumlarına liyakatsiz kişileri yerleştirmesinden dolayı devlet ile toplum arasındaki ilişkinin zarar görmesidir. Devletin gücünü ve gösterişini büyüklenmeci araç olarak kullananlar, her zaman toplumsal bilince karşıdırlar. Devletçi(!) ama toplumdan bihaber olan bu kişiler, hukukun varlığının ve bürokrasinin işleyişinin sürdürülmesi için denetimin önem ve gerekliliğini bilmeden yaşarlar. Bu durumda, onların düşüncesine göre Devletin işleyişinin temel dinamiği, hukuk ve bürokrasinin önemiyle kazanılmaz. Oysa bilindiği üzere toplumsal sözleşme pratiğinde, önem gerektiren yapı-denetim düşüncesinin varlığıdır. Toplumsal sözleşmenin temelleri, Bürokratik sistemin işleyişi ile edinilir, Hukukun önemi ise kurumlardaki işleyişin düzenlenmesi için denetimin yapılması ve güvence altına alınması ile kazanılır. Başta belirttiğim üzere, Devletin temel yapı düzeneği olan (eğer devlete tapınılacaksa bile) bürokratik yönetimsel işleyişin ve yargının bağımsızlığının önemi anlaşılmalıdır.
Devlete doğrudan tapan bireye göre, toplumsal ilişkiler zincirinde kendisinden farklı düşünen bireyin eylemleri ve maddi gereklilikleri ona göre önemsiz kalır. Toplumsal ilişkilerin ayrımı olan, sosyo-kültürel ile sosyo-ekonomik farklıklara göre kendi varoluşunu ve sınıfsal koşullarını idare eden bireylerin, bulundukları yapılardaki mekânsal ölçeklerin şartlarının göz önüne alınarak adaleti sağlamak, eşitsizlik ve kutuplaşmayı engellemek devletin görevidir. Fakat Devlete tapan zihniyetin ürünü olan kişiler, bu yönüyle devletin aslında görev dağılımları ve zinciri içinde nasıl çalıştıklarını görmezler. Bu yönüyle, bu kişiler kamusal mekânda bulunurlarken, yanlarında yer alan sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel bağlamda kendilerinden farklı düzeylerde olan öteki insanları umursamazlar. Kendilerinin de bulundukları kamusal mekanın pratik yaşam ritminde, deneyimledikleri öteki insanların toplumsal durumlarına ilişkin orada neden bulunduklarına ilişkin umursamazlık içindedirler. Devlete tapan kişiler, kendilerinin dışında yer alan insanların, kentin farklı mekânsal konumlardan ya da ülkenin farklı bölgesinde gelen kişilerin, sınıfsal durumlarıyla ilişkili olan etnik ve cinsiyetten olmaları onların gözünde bir ayrım haline gelmez. Ancak buradaki ayrım, toplumsal ilişkilerde ortaya çıkan farklılıkların bilinmesi değildir. Onların ayrım olarak gördükleri, kendilerinden farklı olan insanların, kültürel biçimsel kodlamalarının görünüşlerinde yer alan giyinme, dış görünüş ve konuşma tarzlarının ortaya çıktığı göstergelere odaklanmalarıdır. Devlete tapanlar, devletin mükemmel işlediğine inandıklarından dolayı, toplumsal yapıdaki düzeylerin ayrıldığı mekânsal alanlarda, adaletsizlik, eşitsizlik ve kutuplaşmanın olduklarını akıllarından bile geçirmezler. Devlete tapanlar açısından onların durumu, burada daha vahim bir noktada ortaya çıkar. Hukukun önemini, yargının bağımsızlığını ve bürokrasinin sağlıklı işlemesini göz önüne almayan ”Devlete Tapanlar”, Devletin varlığını oluşturan içerik-biçim özdeşliğini kurması gereken birliğini sağlamış milletin ve güçlü bağlar içinde olan sağlıklı toplumun önemini anlayamazlar. Toplumsal bütünlüğün etkili olması, sadece hizmetleri ulaştıran belediyelerin ve güvenlik ile huzuru sağlayan kolluk kuvvetlerinin üzerinden anlaşılamaz. Toplumsal bütünlüğü güvenlik, hizmet ve huzur ile sağlayan kurumları, denetleyen yargının bağımsızlığının ve kurumları yöneten bürokratik işleyiş mekanizmasının olması, zorunlu bir gerekliliktir.
Gelelim Klasik Marksistlere! Aşırı sağcıların karşıtı olan aşırı solcular, bilinen haliyle marksistler, soruna sadece ve öncelikli olarak mülkiyet üzerinden baktıkları için hukuk, bürokrasi ve coğrafya-jeoloji hususunu saptayamıyorlar. Klasik marksistler deprem bölgesinde, depreme dayanaklı yapılmış yıkılmamış binalara bakmalılar. Buna göre, sorunun sadece mülkiyet sorunu üzerinde durmadığını bu şekilde anlayabilirler. Hukukun denetiminde coğrafya, jeoloji ve sosyal bilimler yoluyla doğa yasasının olabilecek etkileri ve mekânda kurulan kültürün modellediği toplumsal yapının işleyişi göz önüne alınır. Deprem sonrası yaşanılan sonucun çerçevesinde klasik marksistlerin takıldığı sorun, evlerin yıkımını etkileyen koşullandırmanın sadece mülkiyetten kaynaklandığını belirtmelerinden ileri gelmektedir.
Klasik Marksistlere iki temel öneri gereklidir. Birincisi, kapitalizmi-sanayileşmeyi-ulus devleti-güvenliği kendinde dahil eden Rasyonalizasyonu ortaya koyan Weber’in okunmasının gerekliliğidir. (Frankfurt Okulu bunu başarmıştır) İkincisi artık klasik modernitenin yerine daha ileri bir modernitenin günümüz dünyasında meydana geldiğini de bilmeleri gereklidir. En önemlisi, marksistler Marx’ın belirttiği temel kavramları, Türkiye’nin mevcut toplumsal durumu için yeniden yorumlamaları gereklidir. Marx’ın tersine: Filozoflar, dünyayı değiştirmezden önce yeniden yorumlasınlar demek istiyorum.
Klasik Marksistlerin, (yani genel olarak MARKSİSTLERİN) en azından toplumsal yapının dinamiğinde, mekânsal yerleşkenin ve toplumsal ilişkilerin önemini analiz edebilecek yanları olduğu için Eleştirel Düşünce ile hareket ederek Devlet-Hukuk-Bürokrasi üçlemesinin çarpıklıklarını, meşhur alt-üst yapı bağlamında analiz edebilirler. Aşırı sağcı Devlete tapan zihniyetin, toplumun durumundan önce millet-vatan büyüklenmeci ve militarist söylemlerine karşılık, bazı radikal olmayan Marksistler, eleştirel baktıkları için bir ölçüde onlara göre sağduyu sahibi olabilirler.
Şimdi Gelelim, Celal Şengör’ün Coğrafya dersinin, öneminin vurgulanması ve ders saatinin artırılması hakkındaki görüşlerine. Celal Şengör, Deprem olduktan sonra Habertürk’te Fatih Altaylı’nın konuğuydu. Bay Şengör katıldığı programda, Coğrafya dersinin liselerde iki dönemde ikişer saate indirildiğini belirtti, bu durumun utanç ve cehalet göstergesi haline geldiğini bizlere hatırlatmış oldu. Ardından Bay Şengör, haklı olarak Coğrafya ders saatinin artırılmasının gerekli olduğunu vurguladı. Bu fikir gayet yerinde bir harekettir! Fakat ne yazık ki, Bay Şengör sizin dediğiniz gibi olmuyor! Pekâlâ eğer yapabilirsek, Coğrafya dersinin ders saatini sekiz saat yapalım, fakat yine de sizin dediğiniz gibi olmayacaktır.
Bay Şengör vasıtasıyla vurgulanan, Coğrafya ders saatinin artırılması önermesi önemli bir konudur. Fakat bu öneri, eksikliği olan bir değerlendirmedir. Bunun nedeni gayet basittir. Coğrafya derslerinin eğitiminde, afet değerlendirme ve yönetimi uygulaması, jeoloji (diğer doğa bilimleri) verilmemektedir. Özellikle Jeoloji dersleri, fay hatlarını anlamak için çok önemlidir. Oysa Coğrafya derslerinde Jeoloji-Jeomorfoloji konusunda sadece kayaçların sınıflandırılması ve volkanik dağların yerleri ezberletilmektedir!
Coğrafya dersinin, sekiz saat gibi doyurucu bir izlencesi yapılsa bile, ortada büyük bir sorun var! Üniversiteye hazırlanan sıradan bir lise öğrencisi, sınavda coğrafya sorularının az olması ve kat sayısının düşük olmasından dolayı Coğrafya dersine yönelmeyecektir. Sayın Şengör, haklısınız ancak görüldüğü üzere önce sistemin değişmesi gereklidir. Yani, sizin coğrafya dersi hakkında sunduğunuz öneri, pozitivist düşünce/pratikle donatıldığı için mevcut eğitim sisteminin durumları ile uyuşmuyor. Bunun nedeni, fikir/pratiğinizin ilişkisel bir zeminde olmamasından kaynaklıdır. Önerinizin temeli olgusal açıdan önemlidir, ancak pozitivist bir temelde durduğu için yüzeyseldir. Sonuçta, bana göre sayısal açıdan ne kadar saat-ders açılsa da Coğrafya dersi, okullarda ezberlenerek yapılacaktır. Üniversite sınavlarına odaklandırılan robot çocuklar, pragmatist rasyonalite düzeneğine göre çalışırlarken Dünyanın (bölge-mekân-yer-ölçek) önemli mevcut düzenini ortaya çıkaran Coğrafya Bilimine odaklan(a)mayacaklardır. Eğitimin işleyişi, günü kurtarmak için yapılan bir edim olmamalıdır. Bilhassa eğitim, geçmiş ile şimdilik arasında kapsayarak aşabilmeyi, muhafaza ederken değişimin istenildiği, arayış ve merak etme eylemine göre oluşturulmalıdır. Türkiye modelinde eğitim, (tabi buna eğitim diyebilirsek) lise sıralarında öğrencinin üniversite sınavına odaklanmasından ileri gelmektedir. Coğrafya, temel olarak zaman süreçlerinin fiziki mekândaki etkisini ve beşeri mekânsal-bölgesel dağılımının nedenlerini, bizzat arazi uygulama ve gezileri ile kazandırılması gereken bir bilimdir. Coğrafya eğitimi, arazi uygulama ve eğitimleri verilmeden yapılmamalıdır. Bunun yanında, doğa bilimleri tarihinin önemi anlatılmadan Coğrafya eğitimi verilmemelidir.
Eklemek gereklidir. Celal Şengör, sosyal bilime yön veren Beşeri Coğrafyayı önemsiz görür. Oysa Doğa-kültür bağlamında Kentsel Coğrafya, insanların aktivitelerinin nerede olduğunu mekânsal yığılmalarının saptanması ile kentsel mekândaki, (neden ve nasıl soruları yoluyla) kümelenme ve birikim süreçlerinin anlaşılması sonucunda, toplumsal yapının niçin çarpık ve çatışık durumda olduğunu açıklamaktadır.
Sonuç olarak. Aşırı sağcılardan ziyade bir ölçüde mantıklı olabilen Klasik marksistlerin ve Bay Şengör’ün belirttikleri hususlar önemlidir. Fakat, Marksistlerin ve Bay Şengör’ün belirttikleri görüşlerin bir kısmı, sabit tümdengelimsel kavramlara göre belirtilmiştir, bilindiği üzere Dünya sabit a priori yönergelerle anlaşılamaz. Marksistlerin ve Bay Şengör’ün söyledikleri önemlidir. Fakat ne klasik marksistlerin söyledikleri ne de Bay Şengör’ün söylediği dümdüz bir şekilde haklılandırılmalıdır. Mülkiyetin sorunu ve Coğrafya dersinin ders saatinin artırılması konusu tartışılmalıdır. Mülkiyet konusundan başlayarak yapılan eleştiriler önemlidir, fakat klasik/beton marksistlerin radikal düşünce belirtmeleri olmadan. Coğrafya eğitiminde ders/saati artırılması önemlidir, fakat dümdüz biçimde Bay Şengör’ün açıkladığı gibi pozitivist/yüzeysel bir şekilde bakılmadan.
Eren Karaoğlu
İlk yorum yapan siz olun